GURBETTEN NAZIM DENEMELERİ IV – KURDUN KIŞI

Mahsun ve mağrur gurbet şairi Bünyamin İ. Şenol’un şiirlerine uzun zamandır yer vermiyorduk durgun bloğumuzda, hasretlik bitsin. Gerçi uzun zamandır hiç bir şeye yer vermiyoruz ama, bu durumun müsebbibi de tüm insanlığı kırıp geçiren miskinlik virüsü, biz değil.

Anlaşılan şair Bünyamin Şenol bu yaman kışı, donu, soğuğu iliklerinde hissetmiş ve üşenmeden (ama üşüyerek) titreme sanrıları arasında bize buzdan dizeler dizmiş, sağolsun. Şairin diğer şiirlerinde olduğu gibi bu çalışmasında da kimi metinlerarası etkileşimler görüyoruz (yine araklamış diyenleriniz var, duyuyorum, yapmayın ayıptır). Keza Şenol, artık kendisiyle özdeşleşen ironik dili bu şiire de egemen kımış. Kısacası biçim ve içerikte sürpriz yok diyebiliriz.

Daha da lafı uzatmadan, tüm titreyen ruhlar için Bünyamin İ. Şenol söylüyor; bu da gelir, bu da geçer:

Kurdun Kışı

Eksi dokuz
Hava buz
Gün kabız

Ne kanola sarısı, ne yosunlu göl, ne fıstık çam…
Ha hayvan, be insan…
Nerde köpek boku, sarı izmarit, asfalttaki naneli şekersiz sakız?
Yer gök yekpare kristalden cehennem
Yolsuz, izansız, imansız ak kefen
Uzun gece, uzun kış, uzun adam…
Çöktüler tepesine neşenin, zevkin, gayretin

Ne boş bir seda,
Ne hoş bir eda…
Kavuşamadık rüyalarımızda onca gece, tek bir defa!
Bundan böyle birbirimize yokuz
Sıfır altı keyfimiz,
Hasır altı derdimiz
Şimal kahramanlarına kar çiçeğim, biz tokuz
Buz tutmuş dilimiz dimağımız
Fırtınanın oyuncağı tadımız, damağımız
Göz gözü, gönül dostu görmez
El beli, ten seni, o can beni hissetmez

Hava döndü yoldaş, kutuptan, kutuptan esiyor yel
Dondurma ayazının insafında titreşiyor aşıklar
Donar kırılır boranda sulu iltifatları
Kardan ayağını sızlatıyor muzip bakışları
Boş ver onları, üşüme yeter, safa gel
İnat etme, hava döndü, kutuptan esiyor yel!

Derler ki, açarmış elbet özlemlerimiz de buzdağının ardından
Karı delermiş bir gün gemi azıya almış arzular
Meskenimiz olur mu rengâhenk çöpten sokaklar?
Raks eder miyiz yine kaygılarla çakırkeyif, vurdumduymaz?
Ki hayallerimiz bizim bilirsin, hacıyatmaz

Kurdun kışı, kaçın kurdu?
Yoktur gayri onun bu kar-ı cihanda yeri yurdu
Dolanır dondurulmuş acıların, umutların arasında,
Direnir kırana yangın tutkuların kuytusunda

Er ya da geç
Bu kara kışı da bir şekil geçirecek,
Amma,
Yediği jilet ayazı unutmayacak, asla…

Baharın da bir sahibi var mı, öğreneceğiz
Kurt mu yamanmış kış mı, umarım göstereceğiz

Bünyamin İ. Şenol,
2024, Kışın

GURBETTEN NAZIM DENEMELERİ III – UMUT DAVASI

Aşağıda nakşedilen hüzünlü nazım, gurbet şairi Bünyamin İ. Şenol’un yıllar öncesinden bir serzenişidir efendim; yoğun gündem içinde sizinle paylaşmayı unutmuşuz. Şiirde eş, dost, akraba nezdinde sürekli olarak yargılanmaktan kurtulamayan aşıkların acıları, kederleri ve umutları nakşedilmektedir.

Bu dünyayı yakarsa aşıklar yakar, buyrunuz:

Umut Davası

Neler neler olmuş
Muhterem müşterek arkadaşlar
Geliştikten sonra bir takım istenmeyen olaylar
Gönül sararmış,
Dudak solmuş,
Muzip kaşlar donmuş
Canım karanfil nefesler ekşi sirke
Tırnaklar ter içinde
Huzur göğsüne yabanıl düşler dolmuş

Ah o düşlerin ettiği işler
Bahtsız beşeri ciğerinden şişler

Siz ki her işimizi ezbere bildiniz,
Topunuz hoş geldiniz
Nöbetçi kalp ceza mahkemesine
Her gece koyu yalnızlık saatinde açılır kapıları
Gıcır gıcır toplu keman taksimi eşliğinde,
Mübaşiri, meşhur ayrılık filmleri yıldızı
Ayva gibi ağlar, nar gibi güler
Bir bakışıyla yere serer kıta kıta ergen orduları
Yaşlılar korosu sıralanmış bir köşede
Senkronize diz döver, akabinde dümdüz söver
Ağıtları daimi acıklı diş gıcırtısı
Ne kendini unutturur, ne tam duyulur
Durmadan şiir ağlar zabit katibi
Kafiyesiz, kifayetsiz, meşakkatsiz
Sayfa sayfa dökülür heceden göz yaşları

Hazır olun ey şahitler,
Bacak bacak üstüne!
Mahkememiz heyeti sizsiz elsiz, kulaksız
Dilden dile dalgalansın temyizsiz infazınız
Hışır hışır gelsin bencebunuhakkettiler
Büyüsün fısır fısır böyleolacağıbaştanbelliydiler
Kıkır kıkır güldürsün yahuhiçmikuşkulanmamışlar
Vıcık vıcık ağlatsın yazıkpekdesevmişler
Mahkeme başkanı bir buruşuk kağıt mendil,
Kirpik kirpik, burun burun, dudak dudak delil toplar
Tozunu alır resmimizdeki gözyaşlarının
Ben davacı umut, sen davalı kısmet
Şahitler dinlendi, kararımız net

Ah o yaban düşlerin haylaz işleri
Yüreğime saplandı boncuk boncuk dişleri

Bünyamin İ. Şenol, 2020, baharın

Boğaziçi Benim?!?

Gurbetten ahkam kesebilme özgürlüğü belli sorumluluklar da getiriyormuş beraberinde meğerse sayın okuyucularım. Bundan ötürüdür ki, uzun zaman ara verdiğim, kimsenin de merak etmediği yazılarıma çok daha az ‘geyik’ bir içerikle devam ediyorum an itibariyle.

Malumunuz, eski ‘müstemleke’ üniversitem olayların merkezine düştü, gündemlerin protagonisti oldu. Rezil yurtlarında (öyle ki her bir yurdunda kaldım, Hisar, 1. Erkek, 2. Erkek, 3. Erkek , 4. Erkek -son ikisini gençler bilmez), yollarında, kampüslerinde ve sahnelerinde yıllarımı geçirdiğim Bosphorous University’e (biz böyle tanıdık kendisini) arsızca çöküldü. Sanki çok normal bi şeymiş gibi (ki aslında öyleleşmiş oralarda, ben olaya biraz İsveçli kalmışım), dışardan, ne idüğü belirsiz bir kifayetsizin üniversitenin tepesine fırlatılması sonrasında, benim memleketle kurduğum mesafeli ilişki bir anda metamorfoza uğradı. Başkifayetsizin bir boşkifayetsizi hem de BENİM üniversiteme muhtar etmesine “sen kimsin yaa?” minvalinde gayet standart bir Boğaziçili tepkisi verdim. Akademi dünyasında da bir zamandır yanaşma olarak takıldığım için, mevzuya mesleki bir açıdan yaklaşmanın faydalı olacağına karar vermiş olmalıyım ki, atamanın/fırlatmanın hemen akabinde mevzubahis vasat zatın pek alçak seviyedeki ‘yüksek’ lisans tezine giriştim:

Viral tweet zincirim. Halen gururla profile pinlenmiş vaziyettedir.

Giriş o giriş. O zamana kadar 100 kadar akademisyenle al gülüm ver gülüm takıldığım, sunumlar, makaleler likeladığım Twitter hesapçığıma notificationlar, followerlar, mentionlar yağmaya başladı. Blue’nun lise dönem ödevi baştan sonra araktı, bana gurbet elde rahat bundan sonra yasaktı. Belkim fazlaca konforlu takılmanın da verdiği suçluluk duygusuyla, belkim geç gelen (günlük) Twitter şöhretinin cazibesinden, belkim de yıllarımı çalan (dile kolay 93 giriş, 07 çıkış) üniversitemle yarım kalan hesabımı kapatma arzusunun kabarmasıyla, sıklaşan saflarda şahsıma da iki omuzluk yer açtım. Ondan sonra gelsin online eylemler, kaldırım kenarı protestoları, gitsin toplantılar, tartışmalar, yeni yüzler, yeni sesler, mezun buluşmaları, mezun oluşmaları. Aşağıda bahsedilen gelişmelerin kimi görsel delillerini bulabilirsiniz sayın seçkin kitlem, I am not kidding:

Malmö’nün özenti kanalları önünde ve İsveçlilerin şaşkın bakışları arasında Berke ve Perit için poz verirken.
Lund Üniversitesi ana kütüphane önü. Gelen geçen İsveçli gene boş boş bakıyor. Ortada duran, bordo bereli yüzü görünmeyen gizemli eylemci benim. Vallahi korkudan değil, bere düştü yüzüme, ellerim doluydu.
Yine Malmö. Manalı bir heykelin başucunda. Maske bir kısmını örtse de, yüzüm seçiliyor; korku yok!
Malmö’deki mahallemin meydanı. Siyasi içerikli pankart, bere ondan mı kafada?
Yine Malmö, evin sokağı. Tembel bir direnişçi olduğumu söyleyenler kayyumdur. İyi de neden sırıtıyoruz?
Bizzat kayyumluğun önü. Offline varlıklarından o ana kadar hiç emin olamadığım mezun direnişdaşlarımla hatırat.
1000 yıllık Lund katedralinin önünde bir yıllık direniş. Deri ceket yakışmış…
Direnişin ilk aylarında organize ettiğim online eylemlerden biri. Evinizin konforunda direnme keyfi. #AşkBOUNeğmez.
Diksiyonuma bakmadan güney meydanda bildiri bile okumuşluğum var.
Utanmadan video dahi çektim.

Twitter virallığından yurtdışı mezun örgütlemesine, bildiriler kaleme almaya, videolar editlemeden görseller yapmaya, paneller, oylamalar düzenlemeye, direnişe, bilenişe, didinişe, dayanışmaya… 2021 neydi? 2021 izolasyon, can sıkıntısı, boş sokaklar, insansız dans pistleri, vaktinden önce ölen milyonlardı, ama aynı zamanda emekti, sevgiydi, Boğaziçi direnişi, dayanışması ve hatta Dr titriydi (evet, at last! Umarım bu gerçek vaka-i hayriyeyi de bir gün yazacağım). İnanılmaz, garip, öngörülemez, ama gerçek. Bir yandan yeni pandemi kısıtlamaları eşliğinde post-doc başvuruları yapar, makaleler submit ederken, bir yandan da Müdahil Mezunlar, Boğaziçi Üniversitesi Yurtdışı Topluluğu (BOYUT) gibi mezun oluşumlarında halihazırda aktifim. Hatta direnişin kaypak üvey dayısı BÜMED’e dahi üye oldum bu hengamede. Sosyal hayat olmayınca hepsi mümkün. Bu vesileyle, devrimler tarihini bu deneyimler üzerinden tekrar yazma arsızlığımın şekillenmekte olduğu da bilinsin isterim. Devrimler ezilenlerin ‘gayri yeter’ demesinin neticesi olduğu kadar, orta sınıfın can sıkıntısının da ürünüdür: hadi bakalım buyrun duyguların sosyolojisine.

İşbu metne son verirken, bundan sonraki blog yazılamalarımın ekseriyetle Boğaziçi husumeti konulu olacağı tahminimi paylaşıyorum -en azından bir süre için böyle olacak gibi. Ve hatta bir sonraki yazım da neredeyse hazır, son dakka bir fikir değişikliği olmaz ise, üç vakitte kendisiyle başbaşa boşluğa bakabilirsiniz.

Ve elbette unutmadan: #OrakÇekiçVibratörTitresinHerDiktatör!

Gurbetten Nazım Denemeleri II – Büyük Pendulum

_DSC7655 copy (1)

Şu buhranlı kıyamet saatlerinde isterim ki aşk ateşimiz sönmesin. Sevda türküleri çığırmaya devam edelim; ağıtlar yakılsın, rakılar içilsin, ah ulanlar denilsin, kalpler pır pır etsin, gözler süzülsün. Hem evhamlanalım, hem fingirdeşelim. Yüz maskelerinin ardında ne civanlar, ne tazeler var, unutulmasın.

Bu ehemmiyetle, sizin de izninizle, ıssız gurbet gecelerinin sessiz, sedasız ve izole şairi Bünyamin İ. Şenol’un  yanık sesine kulak verelim diyorum.  Nefesimiz nefesine, acımınız acısına, özlemimiz özlemine katılsın, örgütsüz heceler birlik olsun, yalnızlık duvarlarını aşsın, aşıklar adasında buluşsun. Buyurunuz ey cemaat-i gurbetin, söz ironik şairin.

Arak dizelerle dile gelen sonsuz gurbet, hasretin:

Büyük Pendulum

Sonsuz hiçlikte
Mutlak varlığım
Uçsuz bucaksız gölgede
Pirüpak ışığım
Nihai zerrede, bir olalım sevgilim
Eşya ve vücut tekillikte erisin
Sen ki, gözlerimin ferisin

Lakin, sükûnlu gecelere susamışız
Ezelden biz
Ebediyete kaçış harekatına hoş geldiniz
Kendisine efendiler
Büyük patlamadır bu dediler
Koşsun alev kanatlı kızıl atlar
Güneşlerin olmadığı yere
Açılsın geniş, yanar döner kapılar
Kalp kırıklarından kaçıyoruz
İlerleyin, gidin berilere
Yolunu kaybetmiş melodramatik asteroitler
Kesiliyor soluğunuz
Zifiri siyahlıkta yok başınayız
Sığınacak bir canım kalmış
Geçer belki o an bütün acılar
Zaman aşkın ilacıymış
Mekan ise köhne kerhanemiz

Hep, hep karanlık
Yeter lal dudaklım yeter
Ayaklarımdan asılıyor hasretlikler
Yer çekimi, yar çekimi
Çıkarı yok
Zincirleneceğiz birbirimize yeniden
Elleri bellerim, sözlerim gözlerinden
Boynuma sarılır nefesi
Tekrar çekim
Büyük yönetmen
Büyük resim
Meğerse giden aşkımız bitmemiş
Saygısız seyircilerim
Böyle olurmuş
Foucault sarkacımız bizim
Bu uzatmalı oyun, karasevdalıların tesellisi mirim
Devridaim
Durmayan salıncak yapılmış
Big bang ilen big crunch
Önce sevinç, sonra utanç
Perdeler kapandığında hayat başlarmış
Ömrümüzü çalıyor ince saz
Tok perde tekmili birden
Başı kıçı bir, karman çorman bir iz
Yazıp çizilip silinen
Budur bizim hikayemiz

Bir tanem, hiç tanem
Ne yapalım
Bir aşk dolacak göğsümüze bir matem…

Bünyamin İ. Şenol, 2019, kışın

Gurbetten Nazım Denemeleri I – Tutulamayanlar

_DSC7655 copy (1)

Efenim, izninizle ironik-romantik gurbet şairi Bünyamin İ. Şenol’un hiç basılmamış, hatta hiç okunmamış şiirlerini zaman zaman bu değerli ama suskun bloğumuzda paylaşmak niyetindeyim. Rivayet odur ki, Bünyamin İ. Şenol beyfendi bu ve benzeri gereksiz, sebepsiz şiirlerini zaman zaman domuz salamı ve halis Anadolu rakısı eşliğinde, çoğu zaman ise single malt İskoç viskisini yudumlayarak, daha ziyade sabaha doğru, safi can sıkıntısından yazmıştır. Gurbetin yalnızlık ve karanlıkla damat halayı çektiği o cenabet, sükunlu saatlerde ruhunun gaza geldiği, uzaklara kısık gözlerle bakarak bir “fuck this shit” diye hayıflanıp, bir ağlak sanat müziği mırıldandığı da söylenmektedir. Hoca Aziz Nesin’in “bizde her üç kişiden dördü şairdir” ata sözüne hürmeten, ve dahi nazire yaparcasına, o buz gibi vakitlerde şiirlerini önce meşinden kalbine, sonra da bilgisayarına nakşetmiştir.

Bu şiirde Şenol, sevgili Oğuz Atay’ın edebiyat tarihine geçmiş insanlık tarifini ayrıntılı analiz etmiş, yazılanı görmüş ve arttırmıştır. Pek de haklı olmayan bir biçimde “tutunamayanlar” olarak kategorize edilerek bir nevi başarısızlık atfedilen bu değerli insan grubuna iade-i itibar etmek isteyen şair, adeta asıl ‘başarısızlığın’ toplumsal düzlemde yaşandığının altını çizmektedir. Bünyamin İ. Şenol, mevzubahis eylemin ‘tutunamamak’ değil, aslında ‘tutulamamak’ olduğunu hepimize hatırlatmaktadır.

Gönül kulağımızla dinleyelim:

Tutulamayanlar

Envai kitaptan öğrenip,
Lüzumsuz şeyleri bileniz
Zır delice ağlayıp,
Abdal gibi kendine güleniz
Sayımız sıçanlardan epey az,
Koala ayılarından fazladır
Işıklı mutlu sabahlarda,
Elini yüzünü gözyaşında sileniz

Bizsiz de döner yanan dünya,
Güneş bize zaten umarsız
Isıtmaz çelimsiz kıkırdaklarımızı
Uzamaz gölgemiz tıkır saat düzeninde
Kara kalem desenleriz, renkli film evreninde
Kimse sevmez kuru etimizi,
Can suyumuz acıdır

Kokmazbulaşmazlar derler sürgün boyumuza
Bereketsiz el,
Cenabettir dil
Küfreder baht soyumuza
Yokluğumuzda bizi kimse özlemez,
Hayaletiz varlığımızda
Bir grup işe yaramaz mahluk-u keriz
Her işe gönülsüz,
Hep gönülden işsiz
Çürük nefesimiz bulutları hüzne boyar 
Oyunumuz saklambaç
Pişmanlıklarla tek kale maç
Beşikten mezara peri masallarına aç
Üç hicaz havadadır bir buçuk aklımız
Sofralarda bize aş verilmez,
Aşk kırıntılarını yerlerden toplarız

Hayır bilmez lakin hayırseverler
Onlar ki sezerler, her birşeyin en doğrusunu
İlla çekecek saklandığımız kuyudan
Tenha sığınağımızdan zoraki koparacak
İnsan içine çıkmalı,
Bir işin ucundan tutmalı
İsteksiz uzatırız narin kollarımızı
Sevgiyle başlayacakmış yeni hayatımız
Oysa yalnızlıktır yegane muradımız

Kavrasalar da sımsıkı bileklerimizden
Kayar elleri ağlayan bedenimizden
İlacımız terimiz,
Lanetimiz hediyemiz
Tutulamayanlarız biz
Keder kaderimiz

Bünyamin İ. Şenol, 2019, güzün

İsveç’te doktora nasıl yapılır? Bir “çıkmayan candan umut kesilmez” vakası

Güzide bloğumuzdaki ilk yazımı mevsimsel bir mevzuya ayırmıştım sayın okuyucular; Noel. Bu defa daha umumi bir konuya parmak basalım; kimi tutunamayanların son tutacağı, geç kapitalist sistemin giderek merkeze taşınan yarı-marjini üniversitelerde maaşlı entellenme işi= doktoracılık. Bu meslek hariçten bakıldığında aslında hiç de fena değil, özellikle de “küresel kuzey” refah ülkelerinde. Mesela memleketimize kıyasla biz İsveç’teki doktoracıların koşulları harbiden iç güveysiden hallice. Benzer mukayeseyi vahşi kapitalizme görece daha fazla müsamaha göstermiş Anglo-sakson diyarlarıyla da yapabiliriz. İyi yani Isveç’te doktoracılık ekseriyete nazaran. Ancak müspet ve menfi yönlerine geçmeden, evvela isterim ki konuyu yine şahsileştireyim ve blogculuğun en temel motivasyonlarından biri olarak öz-teşhirciliğe girişeyim. Ben nasıl doktoracı oldum? Nereden koştum, nasıl buralara geldim?

34047779_10155342527547301_7264500425959669760_n

Doktoracılığın temel felsefesi: “Fake it till you make it”. Yine beleşe gittiğim bir konferanstan.

Bir uzatmalı sevda

Esasen ben tutunamayanların tutunamayanı idim, halen de biraz öyleyim. Üniversite öğrenciliğine taaa 1993 yılında, develer tellal iken Boğaziçi Üniversitesi’nde fizik bölümüyle bismillah dedim. Fen tahsiline pir hevesle iptida edecekken, lügate karşı yeteneksizliğim ve memleketin orta eğitim kurumlarının rezil Frenkçe eğitimi şahsımı, bir sefer daha, İngilizce hazırlığa mahkum etti. Hazırlık okumaya pek hazırlıksız yakalanmam münasebetiyle olacak, işi ivedilikle cıvıttım. Yatılı fen lisesi yıllarımdan aşina istifleme yurt koşullarında serpildim, çiçek açtım; sabahlara kadar king, batak, ihale oynadım, geyiğin dibine vurdum, muhabbetin kralını çevirdim. Yetmezmiş gibi eski Kemancı’nın kurumuş bira kokusuna tav oldum. O da olmadı en nihayetinde de tiyatroya heves ettim. Yavan bir şairane ifadeyle, “Okuma hevesim yerini yaşama hevesine bıraktı”. Lakin yaşamak zor zanaat; hazırlık sınavını bir buçuk senede ite kaka geçtiğimde fenni bilimler benim için artık hoş bir anıydı. Eşzamanlı olarak tiyatro işi de ciddiye bindi ve “Gardaş, fizik nire tiyatro nire” diye diye 1995’te tekrar ÖYS’ye girdim (o zamanki adıyla). Hop, yine Boğaziçi, ama bu sefer o dönemin popüler bölümü sosyoloji. Zati bu hayatta bir tek yazılı sınavlarda ve testlerde başarılı oldum, sözlülerden zor geçtim, uygulamalardan ise çaktım. Neyse efendim. Velakin, sosyoloji derslerinden bir kaçına girince anladım ki eldeki İngilizce’ylen o diploma hayal. Hafif de politize olunca, sol yumruğumu sıkarak “Kim takar lan sistem diplomasını!” diye hırsla mırıldandım. Sonuç? İkinci milenyuma girdiğimizde, yani 5 buçuk senede topu topu 1 senelik ders verebilmişim. O zaman, ver elini yine eski dost ÖYS, ama bu sefer İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği. Tam nizami hız çıtır çıtır bitiriyordum ki bölümü, hayda… 3. senede nerden geldiği belli olmayan bir varoluşsal hayat krizi ortalığı kırdı geçirdi. Toz duman dağıldığında, geride ne tiyatro kalmıştı sayın okuyucular, ne de tiyatro eğitimi.

Kaderin bir cilvesi Britanya’ya savruldum bir dil kursuna kayıt yaptırıp. Ara ara gittiğim intermediate İngilizce kursuna ilaveten, Londra’nın restoranlarında ve cafelerinde emekçilik ettim, onlarca ülkeden göçmen proletarya ile bir oldum. Yıllar ve yollardan sonra bir işin ucundan tutmuştum sanki. “Acaba bu hayata komilik yapmak için gelmiş olabilir miyim?” diye hayıflanırken, 28 Şubat mağdurlarına çıkarılan üniversite affından yüzsüzce faydalanmak üzere tekrardan Konstantiniyye’ye döndüm. 5 buçuk senede 1 senelik dersini geçebildiğim sosyoloji eğitiminin geri kalan üç senesini, bir buçuk senelik hakkımda şıııp diye bitirdim. Hatta inanmazsınız, hızlı çekim dersleri geçerken, bir yandan çevirmenlik yaptım, yabancı değişim öğrencilerine fahiş fiyata oda kiraladım, bir yandan da vur patlasın çal oynasın Galata gecelerinde meşk ettim, gönül eğlendirdim. Neymiş? Boğaziçi diplomasına komi ingilizcesi çokmuş bile. Yıllardan 2007, üniversite babından zuhur edeli 14 yıl olmuş, elde var iyi kötü bir diploma, asker kaçaklığı, 9 yıllık paraya çevrilmez politik tiyatro pratiği, az buçuk garsonluk, resepsiyonculuk, barmenlik, çevirmenlik ve özel ders verme tecrübesi; bir yığın tutunamamayışlık. İşbu halde iken, 14 yılda bir lisans alabilmeme bakmadan, yüzüm kızarmadan, biraz da askerlik korkusundan yurt dışında master yapmaya niyet ettim. Ne demişler? Çıkmayan candan umut kesilmez ve acı patlıcan da kırağı çalmayabilir.

İsveç’in yollarına…

O vakitler AB dışından öğrencilerden harç ücreti söğüşlemeyen (şimdilerde yıllık 120bin SEK civarı) İsveç’in bir boşluğuna geldi, halen devam etmekte olan ikinci yurt dışı maceram da o vesileyle başlamış oldu. Hazreti Thor’un da izniyle, İsveç’in güzide üniversitesi Lund’da (dünyada ilk 100’de!), etnoloji bölümünde uygulamalı kültürel analiz programına başladım. İnsan bazen gerçekten hayret ediyor. Bir yandan Lund’da dirsek çürütürken, diğer yandan da kamu iktisadi işletmesi kumarhanede haftada 3 gece kurpiyerlik ederek, belimi, bileğimi ve vicdanimi çürüttüm. Master tezine kadar da tıkır tıkır, gayet muzaffer geldim. Dile kabiliyeti olmayan ben, İsveççe’yi dahi söktüm. Velakin, iş tez yazmaya gelince takatim kesildi, kronik tutunamayışlığım nüksetti. Master tezini iki sene salladım, bu esnada da garibanın üç beş kuruşunu Ali Cengiz işi iç etme zanaatı kurpiyerlikte uzmanlaştım. Poker, rulet, black-jack hepsinde yılan gibiyim, terfi bile aldım üstüne. “Acaba bu hayata kumarhanecilik yapmaya gelmiş olabilir miyim?” diye hayıflanırken, son bir gayret tez bitti. Akabinde de doktoracılık pozisyonu aramaya başladım. Ya tutarsa? Tuttu! 14 yılda lisans, 4 yılda master derecesi alabilmiş kulunuza doktoracılık işini uygun gördüler, hem de maaşlı. Hızır Aleyhisselam’ın mucizelerinden biri.

10837996_319410698254586_3990410005589439316_o

Bölümdeki bir kısım doktoracılar ve ben. Henüz hepimiz mutluyuz.

Doktoracılık bir haşin meslek

Efendim, yazıyı daha da fazla kişiselleştirmeden, doktoracılık mesleğine geri dönelim isterim. İşin adı doktoracılık. Latince doktor “docore”dan geliyor; öğretmek anlamında. Yani doktor dediğimiz aslında muallim. Doktor kelimesinin diğer bir meali de öğrenmiş insan, ehil, alim. Mevzubahis mühim ehliyeti alabilmenin farklı bağlamlarda farklı bedelleri var elbette. Misal, Türkiye’de doktoracılık maaşsız. Yanısıra araştırma görevlisicilik yapabilirsiniz iki yakanızı denkleştirmek için. Diğer bir ifadeyle, akademik hamallık (kağıt okuma, sınav bekçiliği yapma, laboratuvar derslerine girme, bilmem ne…), ve/veyahut akademik uşaklık (hocanızın ıvır zıvır işlerine koşma) asli mesleklerini ifa eder iken, kalan vaktinizde de, hobi olarak, tezinizi yazmaya çalışabilirsiniz. Veyahut yaşınızdan utanmadan ana-evine sığınıp, masraflarınızı minimize edebilirsiniz doktoracılık süresinde. Tabii aileden enseniz kalın ise sorun yok, geniş geniş takılın. Eğitime ulaşım hep sınıfsal (ekonomik) imkanlarla doğrudan ilişkili oldu biliyorsunuz sayın okurlar -hatta geçmişte daha da ziyadesiyle; hoş değil elbette.

Vaziyet-i ahval bir çok ülkede de Türkiye’ye benzer. Asr-i zaman ilim dünyasının merkezi Anglo-sakson ülkelerde dahi durum aşağı yukarı böyle. Şanslıysanız burs alıyorsunuz, aksi takdirde doktoracılık yaparken üstüne de para bayılıyorsunuz. Ki burslar da genelde tüm doktoracılık zarfını kapsamıyor bile. Bilhassa “küresel güney”den doktoracılık yapmaya “küresel küzey”e gidenler mühim meblağlar sökülüyorlar. Mesela saman saçlı yaşlı tekenin muktedir olduğu ülkede vasati doktora bitirme süresi 10 yıl. Bu gecikmenin başlıca sebebi doktoracılık süresince başka işlerde çalışmak zorunda kalınması (part-time seks işçiliği gibi kimi acıklı prekariat hikayeler için alın size tokat gibi bir link). Peki üniversitelerin bu durumdan ne çıkarı var? Evvela, doktora öğrencileri ucuz eğitim iş gücü. Ayrıca, “küresel kuzey” ülkelerinde, üniversiteler mezun ettikleri doktoracı başına devletten maddi destek hortumluyorlar. İlaveten, mevcut ve mezun olmuş doktoracı sayısı üniversitelerin reytinglerini yükseltiyor bilumum sıralamalarda. Bu takdirde, bir küresel doktoracı enflasyonundan bahsetmek yanlış olmaz sayın okurlar; halihazırdaki akademik pozisyondan çok daha fazla doktoracı var (İsveç örneği için, okuyunuz). Mesela bizim sosyal bilimler fakültesinden doktorasını alanların %46’sı üniversite dışında iş bulmak durumunda kalıyor. Akademik dünyanın içinde kalmak isteyenler ahmaklar ise sabit bir pozisyon bulana kadar, en azından 5-6 sene, bir yıl orda, altı ay burda, sekiz ay işsiz minvalinde yuvarlanıyor (doktor ehliyetini aldıktan tam on yıl sonra sağlam bir pozisyon kapabilmiş “başarılı” bir kardeşimizin tavsiyeleri için, buyrunuz). Elbette bu akademisyenliğin heveslisi de çok kabul etmek gerekir ki. Herkes benim gibi bir baltaya sap olamadığı için, ya da askerlikten yırtmak için akademisyenliğe kasmıyor. Üniversitede hoca olmanın hem sosyal statüsü yüksek, hem de ruhani tatmini. Cilası, vasatın üstünde de maaşı iç ediyorsunuz.

İsveç’te doktora, Şam’da baklava

Peki doktoracılık İsveç’te nasıl? Her ne kadar üniversiteler, yüksek okullar ve hatta fakülteler arasında dahi farklılıklar bulunsa da, genel tablo şu: İsveç’te doktoracılık sadece eğitim değil, aynı zamanda iş. Dolayısıyla doktoracılar da memur statüsüne sahip. Üniversite çalışanlarının tüm haklarından -sağlık, ebeveyn izni, vesaire- yararlanıyorlar, yararlanıyoruz (İngiltere’den zıt bir hazin vaka için, tıklayınız). İki yıl evvel yapılan değişiklik neticesinde de, yabancı doktoracılar dört senenin sonunda süresiz oturuma başvurabiliyor (ha, giderek aşırı sağa kayan ülkede bu hak ansızın geri alınabilir, o da size dert olsun). Nasıl başlıyor bu kutlu süreç? Önce doktoracılık pozisyonu ilan ediliyor üniversitelerin internet sitelerinde. Heveslileri de master tezleri, araştırma teklifleri, motivasyon mektupları, CV’ler ile müracaat ediyor. Önce araştırma teklifleri ve CV’ler üzerinden elekten geçiriliyor adaylar, sonrasında da master tezlerinin kalitesi ve alakası belirleyici oluyor. Kalan son 3-5 zat mülakata çağrılıyor ve şanslı aday pozisyona konuyor. Ne demek bu pozisyon? Dört yıl boyunca sırf tezinizi yazmak üzere ay başına ortalama 22000 SEK (vergi kesintisi sonrası) cillop gibi maaş. Bazı üniversitelerde mecburi, bazılarında tercihli olarak zamanınızın %20’sinde ders verebiliyor veya idari işlere burnunuzu sokabiliyorsunuz. O durumda pozisyonunuz 5 yıla çıkıyor. Yetmedi! İlaveten size bir ofis tahsis ediliyor, bilgisayar veriliyor, danışman hoca desteği sağlanıyor, konferanslara falan gitmek için de ekstra maddi destek sunuluyor. Üstelik yılda en az 5 hafta tatiliniz var! Gerçi ofise gitmek mecburiyeti olmadığı için, araştırmanızı yaptığınız, tezinizi yazdığınız sürece kafanıza göre takılmak serbest. Şahsen ben en fazla haftada iki gün işe gidiyorum.

33902744_10155342539647301_5122901750738583552_n

Çalışma koşullarım zorlayıcı… Göteborg’da, yazma inzivasında.

Öte yandan, tüm bu verili imkanlara rağmen şikayet edenler de az buz değil. Biz insançocukları çiğ süt emmişiz ve ancak ağladıkça beslenmişiz; gözümüz doymuyor. Fakültenin doktora öğrencileri konseyi başganıyım, oradan biliyorum kardeşlerim. Bir çok doktoracı kendisini bölümünün organik uzvu olarak hissetmiyor, dışlandığını düşünüyor, danışmanları tarafından kullanıldığından kıllanıyor. Ve dahası, doktor teskeresi alabilme sürecinde mühim bir azınlık stresten kafayı kırıyor. Doktoracılığın ehliyet kazanmadan ziyade, bir şahsiyet imtihanına döndüğünü iddia edenler de az değil (mesela). Bizim üniversitede yapılan bir araştırmaya göre, eğer kadın iseniz, bir araştırma grubunun parçası değilseniz veyahut gurbetçi iseniz, stres kaynaklı tırlatıp, rapor almanız yüksek ihtimal (Holmström, 2018). Özellikle yalnızlık ve izolasyon sık tecrübe edilen sorunlar. Misal, bizim üniversitede kadın doktoracılarının yüzde 20’si doktoracılık yaparken iş koşullarının yarattığı stres sebebiyle devreleri yakıyor. Yine bizim üniversitenin iş sağlığı uzman psikoloğuna bakılırsa bir de sadece biz göçmen doktoracılarda görünen bir komplikasyon var ki, o da suçluluk duygusu. “Ulan, bi kamyon para veriyorlar, bense utanmadan malak gibi sabah akşam yayıyorum”, “Allah belamı versin bir gün tüm bölüm toplanıp kapıma dayanacak ‘ver ulan geri o iç ettiğin paraları tembel yavşak’ diye” minvalinde huzursuz sayıklamalar halinde kendini ifade edebiliyor. Peki bu semptomlara pişkin İsveçlilerde neden rastlanmıyor sevgili okurlar? Zira onlar bizim gibi kategorik ezik değiller; maaşlarını ve hatta çok çok daha fazlasını daha analarının karnında iken hakkettiklerine inanıyorlar.
Hadi diyelim İsveç’e bir şekil kapağı attınız ve kafayı yemeden doktor ehliyetini aldınız. İşiniz bitmedi. Taze çıkan bir araştırmaya göre, gurbetçilerin İsveç akademisinde iş bulması da meşakkatli (Behtoui & Leivestad, 2018). Mevcut işler de genelde yeni bölümlerde, itibarı düşük taşra üniversitelerinde ve daha az prestijli (mesela göç gibi) bahislerde yoğunlaşıyor. Haydi diyelim kıytırık bir akademik iş buldunuz, işyerinde yükselme şansınız da sizinle aynı liyakate sahip mavi gözlü İsveçlilere göre daha kısıtlı. Yani neymiş? Yeryüzünde cennet yok; durmak yok tutunamamaya devam!

Bu güzel yazımızı bitirmeden bir derde de derman olalım, ihtimal iki hayır duası alırız diye umut ediyorum. İsveç’te doktoracılık pozisyonlarını nasıl buluyoruz sevgili arkadaşlar? Ne elimdir ki, tüm doktora pozisyonlarının duyurulduğu merkezi bir sistem, internet sitesi falan yok. Yine de kimi adreslerde arama yapmak mümkün, mesela orada ve burada, AB çapında da şurada. İşi sağlama almak niyetindeyseniz, her üniversitenin açık pozisyonları ilan ettiği sayfalara üşenmeden ayda bir kere falan bakmanızı tavsiye ederim, ki ben öyle yaptım. İsveç’teki tüm yüksek öğrenim kurumlarının listesi sadece bir tık ötenizde. Allahtan üşenmedim, İsveç’teki en seçkin üniversitelerin iş ilanlarını yayınladıkları sayfaları da aşağıya iliştirdim. Bu kıyağım da lütfen sevap defterime kaydedilsin!

Referanslar

Behtoui, A., & Leivestad, H. H. (2018). The “stranger” among Swedish “homo academicus”. Higher Education, 1-16.
Holmström, O. (2018). Ensamarbetande doktoranders perspektiv på forskarutbildning och doktorandtillvaro: Ämnesmässig ensamhet, den informella socialisationens kraft och erkännandets betydelse. Högre utbildning, 8(1), 14-29.

 

Noel, yılbaşı, iki bayram arası…

Evet, bu bir Noel yazısı, hem de nisan başında. Aslında sebebi belli; ataletin elinde Aslansson’un ipleri. İşbu yazının dört ay önce yazılmış, bloğun da çoktan yayına girmiş olması gerekiyordu. Ama Oblomovluk bir naçar hastalık, en çok da elini, kolunu kaldıramamak şeklinde tezahür ediyor. Mamafih, aralık ayında gayet de gündemdeydi bu konu; memleketimde sokaklarda dövmek üzere Noel baba arayanlar, “Black Friday” indirimlerini basan milli ve yerli güçler falan…  Hem de bu hususta bir makale de yazmıştım görece yeni. Olmadı, kısmet bugüneymiş. Dünyanın tüm kardeş Oblomovları için atalarımızdan gelsin, “geç olsun da güç olmasın”.

Noel üzerine yazmak istememin diğer bir nedeni de, aslına bakarsanız, ilk defa bu sene Noel kutlamış olmam. Kız arkadaşım Mikaela haftalar suren pasif-agresif ikna turları neticesinde, “bak ben Müslümanım, üzerime gelme!” kartını dahi oynamama karşın, beni babasının evine gitmeye razı etti. Malmö’nün düz ve boz ovalarından, Stockholm’ün izlenimci tablolardan fırlama adalarına, yarımadalarına doğru hızlı trenle yola çıktık. Evvelsi gece de Noel hediyelerimizi takdim etmiştik birbirimize boşuna yüklenmeyelim diye. Yârinize hediye alıyorsanız, genel kaide şu; bir kıymetli hediye alıyorsunuz, ayrıca da bir sürü irili ufaklı ıvır zıvır… Bir kısmı işe yarar, çoğu geyik… Mikaela’nın kendi seçtiği retro kitaplığı kendisine hediye aldım, ne güzel düşünmüşüm. O da bana bir temizlik şirketinden komple ev temizliği aldı; pratik bir insan. Onun dışında da bir sürü şey verildi karşılıklı; yok gece kremi, yok kahve kupası, yok komik don, yok saçma bir kitap, yok karaoke mikrofonu… Bizim bayramlarla karşılaştırılamayacak bir ekonomi dönüyor burada sevgili okuyucular. İsveç’te mağazalar tüm senelik gelirlerinin yarısını Noel öncesinde kazanıyorlar.  Misal, 2013 Noel zamanı Helsingborg’ta yaptığım bir ankette, kişi başı Noel hediye harcamasını 2800 SEK (yaklaşık 1300 lira) olarak bulmuştum. Ankete katılanların yüzde 95’i de Noel hediyesi aldığını veya alacağını belirtmişti (Aslan & Fredriksson, 2017). Nihayette İsveç, göçmen nüfusun yüzde 15 civarı olduğu bir ülke; demek ki başka hiçbir şeye asimile olmayan biz, Noel’e yelkenleri indirmişiz. Olayın boyutlarını izah etmek amacıyla başka bir örnek vereyim; Noel’den birkaç hafta önce bizim bölümün Noel yemeği vardı, idari işlerden bir emekçi ablayla yan yana düştük. Üç çocuğu varmış, Allah bağışlasın. Burada Noel takvimi diye bir şey var çocuklara yönelik, her gün küçük bir hediye iç ediyor veletler bir ay boyunca. Mevzubahis ablamız üç çocuğuna bir ay boyunca Allah’ın her günü hediye vermiş; yani toplamda 90 hediye! Hediyeler de öyle çam sakızı, çoban armağanı falan değil. Tüm bunların üstüne bir de Noel gecesi verilen asıl hediyeler, yok efendim Xboxlar, bisikletler, tabletler var… İnsan ister istemez bayramlarda yağlı elleri öpme suretiyle cebe attığımız üç beş liraya sevinişimizi hatırlıyor, hayıflanıyor… Nerede adil düzen? Kaynaklar çocuklara eşit paylaşılsın, Xbox da alabilsinler.

visnelidon

Noel hediyelerimden biri, vişneli don.

dietpiggy

Buzdolabını açınca hönküren, ışığa duyarlı “diet domuzu”. Mikaela ne ima ediyor?

Devam edelim. Uzun bir yolculuk sonucunda başkente gelindi, şehir merkezinden babasının evinin olduğu sayfiye yarımadasına geçildi, gece gece kâğıt oynandı, alerjim olduğu için evden kediler kovuldu, ama fayda etmediği için öksüre öksüre uyundu, sabah şişmiş suratla kalkıldı ve nihayet Noel gününe merhaba denildi! İnsanlar bir mutlu, bir mutlu; evde bir bayram havası. Evin içi de envaı çeşit Noel süslemeleriyle, Noel aydınlatmalarıyla dolu; yıldız seklinde lambalar, oturma odasının ortasına kurulmuş Noel ağacı, ağacın altına istiflenmiş hediye paketleri, yok efendim kurdeleler, orada burada yakılmış mumlar, duvardan sarkıtılmış dairesel hareketlerle dönen Noel Baba/yedi cüceler karması garip figürler… Tüm bu ve benzeri “geleneksel” Noel süslemelerine rağmen, her sene yedikleri ayni geleneksel kahvaltı (ayak kokulu özel Noel peyniri, domuz pastırması vs.) esnasında aslında pek geleneksel bir aile olmadıkları şahsıma iddia edildi; göçmen göçmen kaygılanmayayım diye düşünüldü sanırım. Gösterilen tüm özene rağmen “peki siz Noel’i Türkiye’de nasıl kutluyorsunuz?” suali, her sene olduğu gibi, geldi beni yine buldu. Ben de klasik cevabımı verdim seri bir şekilde; iste bizde sadece Hristiyan azınlık kutluyor, ama son yıllarda yılbaşı kutlamalarının içine de kimi Noel ögeleri girmedi değil falan. Müstakbel kayınpeder, dini referansımdan biraz rahatsız olmuş olacak ki, “yani biz de öyle dindar bir aile falan değiliz” diyerek konuyu kapattı; sessizce domuz pastırmasına gömüldük. Sevgili okurlar, İsveç’te önemli bir kesim için en büyük hakaret dindarlık iması; her ne kadar çoğunluk hala kilisede evlense de, her sene Noel, Paskalya ne kadar dini bayram varsa kutlasa da, Hristiyanlık ekseriyet için unutulmaya çalışılan kolektif bir günah. Aslında, ikincisi de milliyetçilik idi birkaç sene evveline kadar. Gerçi her yazlık evin önünde göndere çekilmiş (bayrak direkleri var!) bir İsveç bayrağı mevcut muydu? Evet. Buna karşın İsveç’te milliyetçiliğin sadece marjinal gruplarla sınırlı olduğunu iddia ederlerdi ben bu buzlar ülkesine ilk ayak bastığım zamanlarda. O “marjinal” aşırı sağ partinin oyları on yıl içinde yüzde 1’den yüzde 20’e çıkınca bu argüman pek duyulmaz oldu haliyle.

malmönoel

Malmö ilimizden hediye paketleri şeklinde Noel şehir ışıklandırması.

Her ne ise. Efendim, mevzubahis ilk Noel kutlamamın diğer detaylarına doğru ilerlemeden önce, isterim ki Noel geleneğinin arka planını da aktarıyım bir dirhem. Şimdiye kadar sanki eğlenmişiz gibi, bir nebze de öğrenelim…

İşte bizim Noel kutlamaları dediğimiz üretilmiş ve oldukça dinamik olan bu popüler gelenek, uzun yüzyıllar sadece kimi cermen topluluklarda sınırlı. Tabi olayın dini yönü, İsa peygamberin doğum günü, kiliselerde huşu içinde kutlanıyor. Ama cermen kabilelerde olan şey, İsa’nın doğumuyla, Romalıların pre-Hristiyan kış-ortası kutlamalarını (Saturnalia) harmanlıyorlar. Bu iki ritüel kaynaşıyor, birbirini dönüştürüyor.  Yoksul cermen köylülerin yeni sömürge kıtası Amerika’ya doluşmasıyla birlikte Noel olgusu da coğrafi olarak daha geniş bir alana yayılıyor (Erb, 1985). Ama halen Noel ile özdeşleştirilen hediye alma, Noel ağacı süsleme, Noel baba gibi özel simgelerden, törenlerden söz etmek mümkün değil. Hali hazırda Hrıstiyanlıkla yoğrulmuş bir kış ortası molası, çılgınlığı. Temizleniliyor, bayramlıklar giyiliyor, yeniliyor, içiliyor, saçmalanıyor ve çalışılmıyor (Bartunek & Do, 2011). Peki ne değişiyor da oralardan buralara bu radikal değişim yaşanıyor? Mütevazi ev kutlamaları, zıvanadan çıkmaları nasıl kitlesel törenlere dönüşüyor? Birkaç ana eğilim ve temadan bahsetmek mümkün (Miller, 1995).

Biiirrrr…. Öncelikle biz insanların tüm bu didişme ve çalışma arasında molaya ihtiyacı var, ama patronlarımız, muktedirler böyle düşünmek zorunda değil. İşbu haldeyken, din kurumu bu molaları kutsallaştırarak, çok da çatışmaya mahal vermeden yıllık, aylık ve de haftalık zaman çevrimlerine serpiştiriyor. Çalışmaktan topluca telef olmayalım, düzen de bizle birlikte mevta olmasın diye. En bilindik örnek, Yahudiler cumartesileri çalışmaz, Hristiyanlar pazar. Biz Müslümanlara da cuma günleri kalmış. Allah yasak etmese haftada yedi gün çalıştırılacağız, ki günümüzdeki geç kapitalizmin birtakım Allahsızları “işleyen demir ışıldar” yalanını şiar etmiş vaziyetteler. Oblomov da biliyor, biz de biliyoruz ki sürekli işleyen demir kırılır. Demem o ki, etinden ve kemiğinden başka pek sermayesi olmayanlar, kapitalizmin ilk devresinde bu Noel günü tatil yapma işini seviyorlar, uyguluyorlar, hatta bir kaç güne yayıyorlar (Barnett, 1976).

İkkiiiiii…. Antropolojik literatürde potlaç diye de tabir edilen bir olgu var (Barnett, 1938). Her toplum üretilen artık değerin bir kısmını cemiyetin marjinlerine yeniden dağıtma araçlarını, törenlerini bir şekilde kuruyor. Buradan da şuraya gelmek istiyorum, Noel yeniden dağıtım töreni olma özelliği ediniyor; yeni bir sosyal toplum projesi oluveriyor. İşverenlerden çalışanlara, zengin akrabadan fakirlere, anne babalardan çocuklara, hediyeler ve ek ödemeler biçiminde kısmi bir refah aktarımı. Antropoloji bilimimiz ve bizatihi insanlık devrimler tarihimiz bize gösteriyor ki, refahın yeniden dağıtımının kanallarını, kurumlarını oluşturamayan toplumlar ortadan çat diye ayrılmaktan kendini kurtaramaz. Potlaç olgusunun diğer bir özelligi de bir sağaltma (katarsis) yasatma imkânı sağlaması. Bu gibi günlerde, Noel için de bu durum böyle; patlayıncaya kadar yenir, altına edince kadar içilir, türlü türlü şebeklik yapılır, kurtlar dökülür, ertesi gün (veya daha ertesi gün) hayata fabrika ayarlarına dönmüş, iç huzuru yakalamış biçimde devam edilir (Lévi-Strauss, 1995).

Üüüçççç….  Birbirine armağanlar vermenin sosyal, kültürel ve toplumsal ilişkileri yeniden ürettiği, kimi zaman yoktan var ettiği, kimi zaman da olanı tamir ettiği inkâr edilemez. Gerek anlık hediye değişimleriyle (exchange), gerekse uzatmalı değişim beklentileriyle (reciprocity), bahsettiğimiz ilişkiler sağlamlaştırılıyor, toplumsal ilişkiler örülüyor, toplum kenetleniyor (Sherry, 1983). Yani, küsler barışıyor, dargınlıklar unutuluyor, yollar kısalıyor, anılar tazeleniyor, ötekiler berikilere kaynaştırılıyor. Bu sayede yeniden bir cemiyet (gemenschaft) hissiyatı kazanılıyor veya mevcut olan güçlendiriliyor. Noel özelinde olan da tam da bu ailenin ve ortak toplum ideallerinin, ilişkiler bazında hediye değiş-tokuşu ritüelleri üzerinden materyalize edilmesi, yeniden üretilmesidir diyebiliriz (Carrier, 1995).

Dööörrt…. Tam da 19. yüzyıl başlarında serpilmeye başlayan Amerikan türü kapitalizm, yaygınlaşan Noel bayramında kimi ticari fırsatlar keşfediyor. Özellikle o dönemde insanlık tarihine giriş yapan hemen her şeyin bulunduğu çok katlı, büyük mağazalar (department store, bizdeki temsilcilikleri Vakko, YKM, Sümerbank, Çetinkaya vs.), Noel figürlerinin ve temalarının üretilmesinde, çoğaltılmasında, yayılmasında mühim rol üstleniyor (Bartunek & Do, 2011). Mesela Noel ağaçları, süsleri bu tur işletmelerde satılmaya başlanıyor yoğun olarak. Noel hediyesi fikriyatı bu tüketim ve alışveriş noktalarında pazarlanıyor. Yine buralarda Aziz Nicolas figürü, Santa Claus, diğer bir tabirle Noel babaya dönüştürülüyor. Noel’in ticaretle ilişkisine dair diğer bir bilinen örnek, erken Noel babalar yeşil renkte iken kırmızılara bürünmesinin ve hatta tüm Noel’in renginin kızıllaşmasının Coca-Cola şirketinin 1920’lerde yaptığı bir reklamdan ötürü olması (Belk, 1995). Başka bir tabirle, Noel vakti giyilen her kırmızı-beyaz bere, Coca Cola’nın de facto reklamı. Lakin, buradan yola çıkarak, Türkiye’de Noel babalara atılan her şamar, aslında küresel kapitalist Coca Cola şirketine yapıştırılan bir Osmanlı tokadıdır dersek, kuşku yok ki pek saçmalamış oluruz.

Yukarda sıraladığım Noel bayramının kitleselleşmesinin dört nedensel arka planı arasında bir hiyerarşik ilişki kurmadım. Elbette zahiri Stalin bıyıklarımızı burarak, Noel kapitalist güçlerin yığınları amaçsız, yıkıcı tüketime yönlendirmesinin bir aracıdır diyebiliriz; bence demesek akıllılık ederiz.

Şimdi buradan, tekrar günümüz İsveç’ine, Türkiye’sine dönelim muhterem Gurbettentezler okuyucuları. Elbette 19. yüzyıl sonunda Amerika’da tekrardan keşfedilen ve kitselleşen Noel kutlamaları dünyanın geri kalan kesimlerine öyle kusursuz transfer olmuyor (Miller, 1995b). Her ne kadar Noel gelenekleri önce dünyanın geri alan Hristiyanları arasında, 1980 sonrası neo-global ekonomik ve kültürel iklimde de geri kalan topluluklarda yayılma imkânı edindiyse de, Amerikan Noel’i, her yerel bağlamda dönüşüyor, başkalaşıyor, bazen de saçmalaşıyor. Misal, İsveç’te Noel denince ilk akla gelen şeylerden biri, son 60 yıldır her Noel günü öğlen saat 3’te gösterilen bir saatlik Walt Disney çizgi film kolajı (Donald Duck, Pluto, pamuk prenses falan). Evet sayın okuyucular, 60 senedir hemen hemen ayni çizgi film parçaları (1983’den bu yana bire bir aynı), arka arkaya televizyondan yayınlanıyor ve bu program İsveç’in tüm yıl boyunca en çok seyredilen programı!!! Ben ilk defa bu sene izledim gurbetteki yalancı ailemle birlikte, böylelikle tekrardan yabancılaştım İsveç’e. Öte yandan, denilebilir ki bu gibi gelenekler hem biz beşeriyete hızlı değişen dünyada süreklilik hissi sağlıyor, hem de saf, kaygısız ve mutlulukla dolu olduğuna ikna olduğumuz çocukluk günlerimize bir nevi zaman yolculuğu fırsatı sunuyor.

noelmiki

Hediyeler açılıyor, acaba babaanne yaratıcı hediyem termosu görünce ne diyecek? Arka planda som 30 yıldır her Noel’de gösterilen İsveç çocuk filmi “Islık çalabilir misin Johanna?”.

Noel’in en önemli töreni birlikte yenilen yemek sayın okuyucular. İsveç Noel sofrasının kendine özgü vazgeçilmezleri var (Löfgren, 1995). Mesela top köfte, küçük sosisler, domuz jambonu, çiğ ringa balığı, tütsülenmiş somon balığı, balık köftesi, ançüezli güveç, haşlanmış domuz, mangalda domuz kaburgası, mayonezli kırmızı lahana salatası falan… Bunların çoğu, bana sorarsanız, yenilir şeyler değil, ama mecbur bir kısmını yedik ve elinize sağlık dedik. Yemek sırasında aile büyüğünün söylev vermesi de başka bir gelenek, bu geleneği de yemeğe sonradan yeni eşiyle birlikte katılan büyükbabamız yerine getirdi. Noel sofralarının İsveç’te diğer olmazsa olmazı ise, snaps denilen sert kolonya tadında içki eşliğinde söylenen tekerleme benzeri şarkılar. Herkes şarkıları ezbere söylerken, şapşal bir gülümseme ile kafamı sallayarak eşlik ettim, akabinde “kolonyayı” kafaya diktim. Yüzümdeki ekşime Noel’e karşı gelişen duygularımın samimi ifadesiydi.

Buradan da Türkiye’deki tartışmalara kısaca değinerek, bu güzel yazımızı sonlandıralım. Bilindiği gibi Noel 25 aralıkta, yani yılbaşı ile alakası yok. Yılbaşı Hristiyanlık öncesi Roma takviminden miras. Buradan hareketle muhafazakârlar niye delleniyor yılbaşına diye çıkışabiliriz rahatlıkla. Ancak şu da bir gerçek ki, yılbaşı ağacı, yılbaşında hediye alma, yılbaşı süslemeleri, yılbaşı hindisi, yılbaşı şapkası gibi şeyler de yok ecnebilerin lügatında. Yani, biz Noel gününe ait (hindi şükran gününden arak) olan bu simgeleri, törenleri, tombala oynama ve dansöz izleme gibi milli ve yerli geleneklerimizin ötesine berisine yamamışız. Noel ögelerinin yılbaşına sızmasında, elbette son 40 yıldır hayatımıza giren alışveriş merkezlerinin de payı yüksek. Ama asil eksen son 200 yıldır tahayyül ettiğimiz “Batı” ile girdiğimiz Hacivat ve Karagöz ikileminde gidip gelen ilişki. Bir cenah yarım yamalak taklit ediyor, diğeri de “hop, bu iş bize ters” deyip Allah yarattı demeden yumruğu indiriyor. Bu perdede, bize ya örgütlenip, bilinçlenmek düşüyor sevgili okurlar veyahut da Beberuhilik; “vardım Halebe, bindim dolaba, paraları verdim rakı şaraba…”.  Bu ilk blog yazımızda, her ne kadar sürç-i lisan ettiysek affola…

Referanslar

Aslan, D. U., & Fredriksson, C. (2017). Jakten på den perfekta julklappen. Handelsstad i förvandling, 93-107.
Barnett, H. G. (1938). The nature of the potlatch. American Anthropologist40(3), 349-358.
Barnett, J. H. (1976). The American Christmas: A study in national culture.
Bartunek, J. M., & Do, B. (2011). The sacralization of Christmas commerce. Organization18(6), 795-806.
Carrier, J. (1995). The rituals of Christmas giving, Unwrapping Christmas, 55-74.
Erb, L. C. (1985). The Marketing of Christmas. A History. Public Relations Quarterly30(3), 24-28.
Lévi-Strauss, C. (1995). Father christmas executed.Unwrapping Christmas, 38-51.
Löfgren, O. (1995). The Great Christmas Quarrel and Other Swedish Traditions, Unwrapping Christmas, 217-234.
Miller, D. (1995). A theory of Christmas. Unwrapping Christmas, 3-37.
Miller, D. (1995b). Christmas against materialism in Trinidad. Unwrapping Christmas, 134-153.
Sherry Jr, J. F. (1983). Gift giving in anthropological perspective. Journal of Consumer Research, 10(2), 157-168.