Noel, yılbaşı, iki bayram arası…

Evet, bu bir Noel yazısı, hem de nisan başında. Aslında sebebi belli; ataletin elinde Aslansson’un ipleri. İşbu yazının dört ay önce yazılmış, bloğun da çoktan yayına girmiş olması gerekiyordu. Ama Oblomovluk bir naçar hastalık, en çok da elini, kolunu kaldıramamak şeklinde tezahür ediyor. Mamafih, aralık ayında gayet de gündemdeydi bu konu; memleketimde sokaklarda dövmek üzere Noel baba arayanlar, “Black Friday” indirimlerini basan milli ve yerli güçler falan…  Hem de bu hususta bir makale de yazmıştım görece yeni. Olmadı, kısmet bugüneymiş. Dünyanın tüm kardeş Oblomovları için atalarımızdan gelsin, “geç olsun da güç olmasın”.

Noel üzerine yazmak istememin diğer bir nedeni de, aslına bakarsanız, ilk defa bu sene Noel kutlamış olmam. Kız arkadaşım Mikaela haftalar suren pasif-agresif ikna turları neticesinde, “bak ben Müslümanım, üzerime gelme!” kartını dahi oynamama karşın, beni babasının evine gitmeye razı etti. Malmö’nün düz ve boz ovalarından, Stockholm’ün izlenimci tablolardan fırlama adalarına, yarımadalarına doğru hızlı trenle yola çıktık. Evvelsi gece de Noel hediyelerimizi takdim etmiştik birbirimize boşuna yüklenmeyelim diye. Yârinize hediye alıyorsanız, genel kaide şu; bir kıymetli hediye alıyorsunuz, ayrıca da bir sürü irili ufaklı ıvır zıvır… Bir kısmı işe yarar, çoğu geyik… Mikaela’nın kendi seçtiği retro kitaplığı kendisine hediye aldım, ne güzel düşünmüşüm. O da bana bir temizlik şirketinden komple ev temizliği aldı; pratik bir insan. Onun dışında da bir sürü şey verildi karşılıklı; yok gece kremi, yok kahve kupası, yok komik don, yok saçma bir kitap, yok karaoke mikrofonu… Bizim bayramlarla karşılaştırılamayacak bir ekonomi dönüyor burada sevgili okuyucular. İsveç’te mağazalar tüm senelik gelirlerinin yarısını Noel öncesinde kazanıyorlar.  Misal, 2013 Noel zamanı Helsingborg’ta yaptığım bir ankette, kişi başı Noel hediye harcamasını 2800 SEK (yaklaşık 1300 lira) olarak bulmuştum. Ankete katılanların yüzde 95’i de Noel hediyesi aldığını veya alacağını belirtmişti (Aslan & Fredriksson, 2017). Nihayette İsveç, göçmen nüfusun yüzde 15 civarı olduğu bir ülke; demek ki başka hiçbir şeye asimile olmayan biz, Noel’e yelkenleri indirmişiz. Olayın boyutlarını izah etmek amacıyla başka bir örnek vereyim; Noel’den birkaç hafta önce bizim bölümün Noel yemeği vardı, idari işlerden bir emekçi ablayla yan yana düştük. Üç çocuğu varmış, Allah bağışlasın. Burada Noel takvimi diye bir şey var çocuklara yönelik, her gün küçük bir hediye iç ediyor veletler bir ay boyunca. Mevzubahis ablamız üç çocuğuna bir ay boyunca Allah’ın her günü hediye vermiş; yani toplamda 90 hediye! Hediyeler de öyle çam sakızı, çoban armağanı falan değil. Tüm bunların üstüne bir de Noel gecesi verilen asıl hediyeler, yok efendim Xboxlar, bisikletler, tabletler var… İnsan ister istemez bayramlarda yağlı elleri öpme suretiyle cebe attığımız üç beş liraya sevinişimizi hatırlıyor, hayıflanıyor… Nerede adil düzen? Kaynaklar çocuklara eşit paylaşılsın, Xbox da alabilsinler.

visnelidon

Noel hediyelerimden biri, vişneli don.

dietpiggy

Buzdolabını açınca hönküren, ışığa duyarlı “diet domuzu”. Mikaela ne ima ediyor?

Devam edelim. Uzun bir yolculuk sonucunda başkente gelindi, şehir merkezinden babasının evinin olduğu sayfiye yarımadasına geçildi, gece gece kâğıt oynandı, alerjim olduğu için evden kediler kovuldu, ama fayda etmediği için öksüre öksüre uyundu, sabah şişmiş suratla kalkıldı ve nihayet Noel gününe merhaba denildi! İnsanlar bir mutlu, bir mutlu; evde bir bayram havası. Evin içi de envaı çeşit Noel süslemeleriyle, Noel aydınlatmalarıyla dolu; yıldız seklinde lambalar, oturma odasının ortasına kurulmuş Noel ağacı, ağacın altına istiflenmiş hediye paketleri, yok efendim kurdeleler, orada burada yakılmış mumlar, duvardan sarkıtılmış dairesel hareketlerle dönen Noel Baba/yedi cüceler karması garip figürler… Tüm bu ve benzeri “geleneksel” Noel süslemelerine rağmen, her sene yedikleri ayni geleneksel kahvaltı (ayak kokulu özel Noel peyniri, domuz pastırması vs.) esnasında aslında pek geleneksel bir aile olmadıkları şahsıma iddia edildi; göçmen göçmen kaygılanmayayım diye düşünüldü sanırım. Gösterilen tüm özene rağmen “peki siz Noel’i Türkiye’de nasıl kutluyorsunuz?” suali, her sene olduğu gibi, geldi beni yine buldu. Ben de klasik cevabımı verdim seri bir şekilde; iste bizde sadece Hristiyan azınlık kutluyor, ama son yıllarda yılbaşı kutlamalarının içine de kimi Noel ögeleri girmedi değil falan. Müstakbel kayınpeder, dini referansımdan biraz rahatsız olmuş olacak ki, “yani biz de öyle dindar bir aile falan değiliz” diyerek konuyu kapattı; sessizce domuz pastırmasına gömüldük. Sevgili okurlar, İsveç’te önemli bir kesim için en büyük hakaret dindarlık iması; her ne kadar çoğunluk hala kilisede evlense de, her sene Noel, Paskalya ne kadar dini bayram varsa kutlasa da, Hristiyanlık ekseriyet için unutulmaya çalışılan kolektif bir günah. Aslında, ikincisi de milliyetçilik idi birkaç sene evveline kadar. Gerçi her yazlık evin önünde göndere çekilmiş (bayrak direkleri var!) bir İsveç bayrağı mevcut muydu? Evet. Buna karşın İsveç’te milliyetçiliğin sadece marjinal gruplarla sınırlı olduğunu iddia ederlerdi ben bu buzlar ülkesine ilk ayak bastığım zamanlarda. O “marjinal” aşırı sağ partinin oyları on yıl içinde yüzde 1’den yüzde 20’e çıkınca bu argüman pek duyulmaz oldu haliyle.

malmönoel

Malmö ilimizden hediye paketleri şeklinde Noel şehir ışıklandırması.

Her ne ise. Efendim, mevzubahis ilk Noel kutlamamın diğer detaylarına doğru ilerlemeden önce, isterim ki Noel geleneğinin arka planını da aktarıyım bir dirhem. Şimdiye kadar sanki eğlenmişiz gibi, bir nebze de öğrenelim…

İşte bizim Noel kutlamaları dediğimiz üretilmiş ve oldukça dinamik olan bu popüler gelenek, uzun yüzyıllar sadece kimi cermen topluluklarda sınırlı. Tabi olayın dini yönü, İsa peygamberin doğum günü, kiliselerde huşu içinde kutlanıyor. Ama cermen kabilelerde olan şey, İsa’nın doğumuyla, Romalıların pre-Hristiyan kış-ortası kutlamalarını (Saturnalia) harmanlıyorlar. Bu iki ritüel kaynaşıyor, birbirini dönüştürüyor.  Yoksul cermen köylülerin yeni sömürge kıtası Amerika’ya doluşmasıyla birlikte Noel olgusu da coğrafi olarak daha geniş bir alana yayılıyor (Erb, 1985). Ama halen Noel ile özdeşleştirilen hediye alma, Noel ağacı süsleme, Noel baba gibi özel simgelerden, törenlerden söz etmek mümkün değil. Hali hazırda Hrıstiyanlıkla yoğrulmuş bir kış ortası molası, çılgınlığı. Temizleniliyor, bayramlıklar giyiliyor, yeniliyor, içiliyor, saçmalanıyor ve çalışılmıyor (Bartunek & Do, 2011). Peki ne değişiyor da oralardan buralara bu radikal değişim yaşanıyor? Mütevazi ev kutlamaları, zıvanadan çıkmaları nasıl kitlesel törenlere dönüşüyor? Birkaç ana eğilim ve temadan bahsetmek mümkün (Miller, 1995).

Biiirrrr…. Öncelikle biz insanların tüm bu didişme ve çalışma arasında molaya ihtiyacı var, ama patronlarımız, muktedirler böyle düşünmek zorunda değil. İşbu haldeyken, din kurumu bu molaları kutsallaştırarak, çok da çatışmaya mahal vermeden yıllık, aylık ve de haftalık zaman çevrimlerine serpiştiriyor. Çalışmaktan topluca telef olmayalım, düzen de bizle birlikte mevta olmasın diye. En bilindik örnek, Yahudiler cumartesileri çalışmaz, Hristiyanlar pazar. Biz Müslümanlara da cuma günleri kalmış. Allah yasak etmese haftada yedi gün çalıştırılacağız, ki günümüzdeki geç kapitalizmin birtakım Allahsızları “işleyen demir ışıldar” yalanını şiar etmiş vaziyetteler. Oblomov da biliyor, biz de biliyoruz ki sürekli işleyen demir kırılır. Demem o ki, etinden ve kemiğinden başka pek sermayesi olmayanlar, kapitalizmin ilk devresinde bu Noel günü tatil yapma işini seviyorlar, uyguluyorlar, hatta bir kaç güne yayıyorlar (Barnett, 1976).

İkkiiiiii…. Antropolojik literatürde potlaç diye de tabir edilen bir olgu var (Barnett, 1938). Her toplum üretilen artık değerin bir kısmını cemiyetin marjinlerine yeniden dağıtma araçlarını, törenlerini bir şekilde kuruyor. Buradan da şuraya gelmek istiyorum, Noel yeniden dağıtım töreni olma özelliği ediniyor; yeni bir sosyal toplum projesi oluveriyor. İşverenlerden çalışanlara, zengin akrabadan fakirlere, anne babalardan çocuklara, hediyeler ve ek ödemeler biçiminde kısmi bir refah aktarımı. Antropoloji bilimimiz ve bizatihi insanlık devrimler tarihimiz bize gösteriyor ki, refahın yeniden dağıtımının kanallarını, kurumlarını oluşturamayan toplumlar ortadan çat diye ayrılmaktan kendini kurtaramaz. Potlaç olgusunun diğer bir özelligi de bir sağaltma (katarsis) yasatma imkânı sağlaması. Bu gibi günlerde, Noel için de bu durum böyle; patlayıncaya kadar yenir, altına edince kadar içilir, türlü türlü şebeklik yapılır, kurtlar dökülür, ertesi gün (veya daha ertesi gün) hayata fabrika ayarlarına dönmüş, iç huzuru yakalamış biçimde devam edilir (Lévi-Strauss, 1995).

Üüüçççç….  Birbirine armağanlar vermenin sosyal, kültürel ve toplumsal ilişkileri yeniden ürettiği, kimi zaman yoktan var ettiği, kimi zaman da olanı tamir ettiği inkâr edilemez. Gerek anlık hediye değişimleriyle (exchange), gerekse uzatmalı değişim beklentileriyle (reciprocity), bahsettiğimiz ilişkiler sağlamlaştırılıyor, toplumsal ilişkiler örülüyor, toplum kenetleniyor (Sherry, 1983). Yani, küsler barışıyor, dargınlıklar unutuluyor, yollar kısalıyor, anılar tazeleniyor, ötekiler berikilere kaynaştırılıyor. Bu sayede yeniden bir cemiyet (gemenschaft) hissiyatı kazanılıyor veya mevcut olan güçlendiriliyor. Noel özelinde olan da tam da bu ailenin ve ortak toplum ideallerinin, ilişkiler bazında hediye değiş-tokuşu ritüelleri üzerinden materyalize edilmesi, yeniden üretilmesidir diyebiliriz (Carrier, 1995).

Dööörrt…. Tam da 19. yüzyıl başlarında serpilmeye başlayan Amerikan türü kapitalizm, yaygınlaşan Noel bayramında kimi ticari fırsatlar keşfediyor. Özellikle o dönemde insanlık tarihine giriş yapan hemen her şeyin bulunduğu çok katlı, büyük mağazalar (department store, bizdeki temsilcilikleri Vakko, YKM, Sümerbank, Çetinkaya vs.), Noel figürlerinin ve temalarının üretilmesinde, çoğaltılmasında, yayılmasında mühim rol üstleniyor (Bartunek & Do, 2011). Mesela Noel ağaçları, süsleri bu tur işletmelerde satılmaya başlanıyor yoğun olarak. Noel hediyesi fikriyatı bu tüketim ve alışveriş noktalarında pazarlanıyor. Yine buralarda Aziz Nicolas figürü, Santa Claus, diğer bir tabirle Noel babaya dönüştürülüyor. Noel’in ticaretle ilişkisine dair diğer bir bilinen örnek, erken Noel babalar yeşil renkte iken kırmızılara bürünmesinin ve hatta tüm Noel’in renginin kızıllaşmasının Coca-Cola şirketinin 1920’lerde yaptığı bir reklamdan ötürü olması (Belk, 1995). Başka bir tabirle, Noel vakti giyilen her kırmızı-beyaz bere, Coca Cola’nın de facto reklamı. Lakin, buradan yola çıkarak, Türkiye’de Noel babalara atılan her şamar, aslında küresel kapitalist Coca Cola şirketine yapıştırılan bir Osmanlı tokadıdır dersek, kuşku yok ki pek saçmalamış oluruz.

Yukarda sıraladığım Noel bayramının kitleselleşmesinin dört nedensel arka planı arasında bir hiyerarşik ilişki kurmadım. Elbette zahiri Stalin bıyıklarımızı burarak, Noel kapitalist güçlerin yığınları amaçsız, yıkıcı tüketime yönlendirmesinin bir aracıdır diyebiliriz; bence demesek akıllılık ederiz.

Şimdi buradan, tekrar günümüz İsveç’ine, Türkiye’sine dönelim muhterem Gurbettentezler okuyucuları. Elbette 19. yüzyıl sonunda Amerika’da tekrardan keşfedilen ve kitselleşen Noel kutlamaları dünyanın geri kalan kesimlerine öyle kusursuz transfer olmuyor (Miller, 1995b). Her ne kadar Noel gelenekleri önce dünyanın geri alan Hristiyanları arasında, 1980 sonrası neo-global ekonomik ve kültürel iklimde de geri kalan topluluklarda yayılma imkânı edindiyse de, Amerikan Noel’i, her yerel bağlamda dönüşüyor, başkalaşıyor, bazen de saçmalaşıyor. Misal, İsveç’te Noel denince ilk akla gelen şeylerden biri, son 60 yıldır her Noel günü öğlen saat 3’te gösterilen bir saatlik Walt Disney çizgi film kolajı (Donald Duck, Pluto, pamuk prenses falan). Evet sayın okuyucular, 60 senedir hemen hemen ayni çizgi film parçaları (1983’den bu yana bire bir aynı), arka arkaya televizyondan yayınlanıyor ve bu program İsveç’in tüm yıl boyunca en çok seyredilen programı!!! Ben ilk defa bu sene izledim gurbetteki yalancı ailemle birlikte, böylelikle tekrardan yabancılaştım İsveç’e. Öte yandan, denilebilir ki bu gibi gelenekler hem biz beşeriyete hızlı değişen dünyada süreklilik hissi sağlıyor, hem de saf, kaygısız ve mutlulukla dolu olduğuna ikna olduğumuz çocukluk günlerimize bir nevi zaman yolculuğu fırsatı sunuyor.

noelmiki

Hediyeler açılıyor, acaba babaanne yaratıcı hediyem termosu görünce ne diyecek? Arka planda som 30 yıldır her Noel’de gösterilen İsveç çocuk filmi “Islık çalabilir misin Johanna?”.

Noel’in en önemli töreni birlikte yenilen yemek sayın okuyucular. İsveç Noel sofrasının kendine özgü vazgeçilmezleri var (Löfgren, 1995). Mesela top köfte, küçük sosisler, domuz jambonu, çiğ ringa balığı, tütsülenmiş somon balığı, balık köftesi, ançüezli güveç, haşlanmış domuz, mangalda domuz kaburgası, mayonezli kırmızı lahana salatası falan… Bunların çoğu, bana sorarsanız, yenilir şeyler değil, ama mecbur bir kısmını yedik ve elinize sağlık dedik. Yemek sırasında aile büyüğünün söylev vermesi de başka bir gelenek, bu geleneği de yemeğe sonradan yeni eşiyle birlikte katılan büyükbabamız yerine getirdi. Noel sofralarının İsveç’te diğer olmazsa olmazı ise, snaps denilen sert kolonya tadında içki eşliğinde söylenen tekerleme benzeri şarkılar. Herkes şarkıları ezbere söylerken, şapşal bir gülümseme ile kafamı sallayarak eşlik ettim, akabinde “kolonyayı” kafaya diktim. Yüzümdeki ekşime Noel’e karşı gelişen duygularımın samimi ifadesiydi.

Buradan da Türkiye’deki tartışmalara kısaca değinerek, bu güzel yazımızı sonlandıralım. Bilindiği gibi Noel 25 aralıkta, yani yılbaşı ile alakası yok. Yılbaşı Hristiyanlık öncesi Roma takviminden miras. Buradan hareketle muhafazakârlar niye delleniyor yılbaşına diye çıkışabiliriz rahatlıkla. Ancak şu da bir gerçek ki, yılbaşı ağacı, yılbaşında hediye alma, yılbaşı süslemeleri, yılbaşı hindisi, yılbaşı şapkası gibi şeyler de yok ecnebilerin lügatında. Yani, biz Noel gününe ait (hindi şükran gününden arak) olan bu simgeleri, törenleri, tombala oynama ve dansöz izleme gibi milli ve yerli geleneklerimizin ötesine berisine yamamışız. Noel ögelerinin yılbaşına sızmasında, elbette son 40 yıldır hayatımıza giren alışveriş merkezlerinin de payı yüksek. Ama asil eksen son 200 yıldır tahayyül ettiğimiz “Batı” ile girdiğimiz Hacivat ve Karagöz ikileminde gidip gelen ilişki. Bir cenah yarım yamalak taklit ediyor, diğeri de “hop, bu iş bize ters” deyip Allah yarattı demeden yumruğu indiriyor. Bu perdede, bize ya örgütlenip, bilinçlenmek düşüyor sevgili okurlar veyahut da Beberuhilik; “vardım Halebe, bindim dolaba, paraları verdim rakı şaraba…”.  Bu ilk blog yazımızda, her ne kadar sürç-i lisan ettiysek affola…

Referanslar

Aslan, D. U., & Fredriksson, C. (2017). Jakten på den perfekta julklappen. Handelsstad i förvandling, 93-107.
Barnett, H. G. (1938). The nature of the potlatch. American Anthropologist40(3), 349-358.
Barnett, J. H. (1976). The American Christmas: A study in national culture.
Bartunek, J. M., & Do, B. (2011). The sacralization of Christmas commerce. Organization18(6), 795-806.
Carrier, J. (1995). The rituals of Christmas giving, Unwrapping Christmas, 55-74.
Erb, L. C. (1985). The Marketing of Christmas. A History. Public Relations Quarterly30(3), 24-28.
Lévi-Strauss, C. (1995). Father christmas executed.Unwrapping Christmas, 38-51.
Löfgren, O. (1995). The Great Christmas Quarrel and Other Swedish Traditions, Unwrapping Christmas, 217-234.
Miller, D. (1995). A theory of Christmas. Unwrapping Christmas, 3-37.
Miller, D. (1995b). Christmas against materialism in Trinidad. Unwrapping Christmas, 134-153.
Sherry Jr, J. F. (1983). Gift giving in anthropological perspective. Journal of Consumer Research, 10(2), 157-168.

Göçmen gözüyle Malmö’de 8 Mart kadınlar günü eylemi

Konuk edip: @ozgovski

Benim kendimi ait hissettiğim bir memleketim yok gibidir. Her gittiğim yerde evimde hissederim ya da bazen her gittiğim yerde evsiz/yersiz yurtsuzumdur. Etrafımda sevdiğim insanlar varsa, sahiplenebildiğim mekanlar varsa, sokaklar, parklar, ağaçlar, kafeler, denizler, publar, kütüphaneler varsa burası ‘benim’ diyebilirim… Bu yüzden Türkiye’den gitmeye karar verdiğim 2011’den beri her gittiğim yerde kendimi bazen evimde hissettim bazense hissedemedim. Türkiye’den ayrıldığım ilk üç yıl İngiltere’deydim, ilk yıl biraz zor geçse de ikinci ve üçüncü yıl evim diyebildim Liverpool’a. Sonra iki yıl Türkiye’ye döndüm, büyüdüğüm kent Çanakkale’ye… İstanbul’a üniversiteye gitmek için yıllar önce ayrıldığım bu küçük kente bir daha geri dönüp yaşayacağımı düşünmezdim ama orada olduğum süre zarfında kendimi bazen evde hissettim bazen de kendimi büyüdüğüm yerde bir yabancı gibi hissettim. Ağustos 2017’de soluğu İsveç’te aldım. Liverpool’dayken bazen Türkiye’yi özlesem de doğrusu İsveç’te Liverpool’u da Çanakkale’yi de pek özlemedim, İstanbul’u ise hiç özlemedim. Türkiyeli veya Ortadoğulu çoğu diaspora insanının kendi ülkelerinin yemeklerini ve havasını özlediğini görüyorum. Ben sanırım Çin, Fas ya da Thai mutfağını tercih edebilirim, kendim zaten Türkiye mutfaklarından pişirebiliyorum. Yaz aylarından oldum olası hiç hoşlanmadığım için benim için hava da sorun değildi. Bir tek ‘memleketimi’ ne zaman özledim? Türkiye’yi en çok özlediğim anlar yıllardır hep 8 Mart oldu. İsveç’te ise günlerdir ‘8 Mart’ta ne yapacağım?’ kafamı kurcalayan en büyük sorulardan biriydi.

Liverpool’da yaşadığım süre içinde 8 Mart’ta sokağa çıktım ancak pek birşey olmadı. Bu, zamanında işçilerin ve siyahilerin yıllarca direndiği topraklar, kadın mücadelesinin sokak hareketi kanadı açısından pek de umut vaat etmiyordu. 2018’de İsveç’in Malmö kentinde 8 Mart’a dair pek bir beklentim olmadan girdim, daha doğrusu beklentim olmasın diye günlerce çabaladım. Önce ‘kültürel’ aktivitelerle kendimi oyaladım, İstanbul’daki 8 Mart gece yürüyüşünü düşünmemeye çalıştım. Hafta sonunda Malmö Arab Women Film Festivali’nde birtakım kadın filmleri izledim, sonra yolum Stockholm’e düşünce müzelerde küratörlüğü kadınlar ve kadınlar günü için yapılmış birtakım eserler görme fırsatına eriştim. Bu aktiviteler küçük bile olsa bir mutluluk hissi verdi. İstanbul’daki ve hatta Çanakkale’deki 8 Mart gece yürüyüşlerinin coşkusunu kafamdan atmaya çalışıyordum. Hatta son bir haftadır ‘ülkemde olmamak’ konusunda tekrar düşünür olmuştum ama bu duygu ve düşünceleri ötelemeye çalışıyordum. 8 Mart günü gelip çattığında hala bir beklentim olmaması için elimden geleni yapıyordum. Sevdiğim parçaları dinleyip sevdiğim şeyleri yapmaya çalıştığım bir gün olsun diye çabaladım durdum. Çünkü akşam Gustav Adolf Torg Meydanı’nda beni ne beklediğini bilmiyordum.

8 mart48 mart3

Akşam saat 5’te üniversiteden meydanın yolunu tuttum. İranlı arkadaşım Laleh ile meydanın orada buluşacaktık. Aksi gibi gözlüklerimi evde unuttuğumdan, sis ve kötü hava koşullarından acaba iyi geçmez mi, etrafı yeterince görebilir miyim, üşümekten perişan olabilir miyim diye düşünürken geçen haftadan beri pelesenk olan ne idüğü belirsiz Türkiye özlemim artar mı diye de hayıflanıyordum. Tam 5’te Laleh ile buluştuk. Önce ortam çok kalabalık değilmiş gibi geldi, ama sonra kitle bayağı bir kalabalıklaştı. Gitgide içimde bir heyecan doğmaya başladı. Her taraf sloganlar, dövizler, şarkılar, renkler, giysiler ve standlar ile doluydu. Daha da heyecanlanıyordum. İsveççe olduğundan ne programa bakmıştım internetten ne de meydanda dağıtılan ilanları anlayabilmiştim. Elimize verilen ilanlarda kortejde RFSL Malmö gibi LGBTİ mültecilere ve göçmenlere destek olan sivil toplum kuruluşlarından Vänsterpartiet (Sol Parti) gibi parlamentoda temsil edilen eski komünist partiden, meclis dışı en büyük politik oluşum olan Feministiskt Initiativ’e (feminist inisiyatif) birçok farklı ekibin olduğunu gördüm. Laleh ile standlardan birine yaklaşıp dövizlerimizi başka kadınlarla beraber hazırladık, artık bizim de kendi politik duruşlarımızı yansıtan renkli dövizlerimiz vardı! Kürsüden gelen İsveççe konuşmaları anlamasam da aralarda duyduğum ‘resist’, ‘patriyarka’ ve ‘kapitalizm’ gibi evrensel kelimelerle içim içime sığmaz hale geldi. Sonunda hazırdım ve yürüyüş de başlamıştı!

8mart8mart2

Kortej, belki İstanbul’daki kadar düzenli ve çeşitli olmasa da çok renkli ve etkileyiciydi. Malmö’nün tıpkı Taksim Meydanı gibi tarihinde her zaman direnişlere, grevlere ve toplumsal hareketlere evsahipliği yapmış Gustav Adolfs Torg’tan başladığımız yürüyüşe Malmö’nün en işlek sokakları olan Triangeln’den geçerek Möllevångstorget meydanına ulaştık. Yol boyunca ‘eşitlik, özgürlük, şimdi’ ve ‘patriyarkaya diren’ gibi sloganların yanı sıra Laleh’in çevireleriyle göçmenlerin buraya gelmeyi seçmediği ve göçmen kadınlarla dayanışmaya çağıran birçok slogan da atıldı. Yürüyüş boyunca bize Bateria Malmö eşlik etti. Bu, sadece kadınlardan değil trans ve natrans erkeklerden de oluşan profesyonel bando, davul ve bunun gibi enstrümanlarla kitleye büyük bir coşku verdi. Ortadoğu restoranları ve göçmen marketleri ile çevrili daha küçük bir meydan olan Möllevångstorget’te 8 Mart artık tamamen dansla dolu bir eylemliliğe evrildi. Üşümekten ve danstan yorulsak da direnmeye ve eğlenmeye inadına devam ettik ve Türkiye’yi hafifçe özlesem bile başka topraklarda da kadınlarla dayanıştığım bir 8 Mart yaşadığım için inadına ve herşeye rağmen mutlu ve umutluyum! Her yer 8 Mart, her yer direniş! Kadın, yaşam, özgürlük!

bateria